Tercümesini Ahmet Aydoğan yapmış. Say Yayınları basmış. Sunuş yine Aydoğan tarafından yazılmış, aşağıdaki sunuştan bir parça…

Georg Christoph Lichtenberg daha o zamanlardan kitabın tarihindeki bu paradoksları ve başına gelecekleri görüp söylememiş mi? 
—“Dünyada kitaplardan daha tuhaf satış metalarına rastlamak galiba
imkansızdır: 
Anlamayan kimseler tarafından basılır, anlamayan kimseler tarafından satılır, anlamayan kimseler tarafından okunur, hatta tetkik ve tenkit edilirler; ve şimdilerde artık onları anlamayan kimseler tarafından kaleme alınmaktadır.”

Bu söz bana Fransız oyun yazarı Nicolas de Chamfort’un Günümüzdeki çoğu kitap bir önceki gece okunan kitaplardan derlenmiş gibi durmaktadır sözünü hatırlattı.

Kitapların anlamayan insanlarca değerlendirilip, basılmasına karar verildiği doğru olabilir. Satanların da kitaptan pek anlamadığı doğrudur. Yine de anlamayan kimselerin kaleme aldığı pek doğru olmasa gerek.

Diğer taraftan Elif Şafak’ın Kağıt Helva kitabını anlatırken kitaplarımı benden iyi bilen okurlarım var demesini de hatırlamak lazım.

Seneca ahmaklığın kendi kendisinin yükü olduğunu bildirir: 
*omnis stultitia laborat fastidio sui* (Epistulae 9) —çok doğru bir sözdür
bu, ki “Bir ahmağın hayatı ölümden daha berbattır” diyen İsa ben
Sirak’ın sözüyle mukayese edilebilir.

Ahmaklık zekiler tarafından ölümden berbat görülse de mutluluk açısından zekadan daha güvenilir bir yoldur. Zekanın insanı mutluluğa götürmesi için başka şartların da yerine gelmesi gerekir. İnsanın en büyük azabı hayalinde kurabildiği dünyayı yaşayamıyor olmasıysa, zekasından kaynaklı bir hevesle olabileceğinden daha iyisini isteyerek ancak kendini mutsuz ettiğiyle kalır.

Emerson’un hayatın amacı mutluluk değildir sözüne güvenebiliriz tabii. Velakin amaç mutluluk değilse nedir?

[O]kurken zihnimiz aslında başka birisinin düşüncelerinin oyun alanından başka bir şey değildir; ve sonunda onlar bizden ayrılır, geriye kalan nedir? 
Ve dolayısıyla öyle olur ki çok fazla —yani neredeyse bütün gün okuyan ve arada düşünmeksizin, eğlence yahut meşgale ile kendisini eğlendiren kimse, yavaş yavaş kendi kendine düşünme yeteneğini kaybeder,
 tıpkı at üstünden inmeyen bir adamın sonunda yürümeyi unutması gibi. 
 Birçok eğitimli insanın durumu bundan farklı değildir: Okumak onları ahmaklaştırır.

Kurduğu kıyas (yürümek ve ata binmek) garip ve yetersiz olsa da, bahsi geçen iddia şahsen farkettiğim ve kimilerinde izlediğim bir vakıa. Wittgenstein’ın Tractatus’un başında, kitabının ihtiva ettiği sorularla ünsiyeti olmayanlara pek fayda sağlamayacağından bahsetmesini genelleştirmek mümkün. Bir insan, bir kitabın dert edindiği meseleyi daha öncesinde dert edinmemişse, o kitaptan hakkıyla istifade edemez. Yapabileceği, pek çoklarının yaptığı gibi, o kitabı okumuş olmak için okumaktır.

Bir de şu var: İnsanların bazısı, büyük bildiklerinin sözlerini o derece tekrar etmeye yatkın ki kendilerinden bir söz sadır olsun istemiyorlar. Bir konuşma sırasında, düşünceyi değil, isimleri ve unvanları aktarmayı tercih ediyorlar. Falanca büyük filozof şöyle dedi, filanca büyük filozof böyle dedi, vs.

Herodotos’un anlattığına göre, Kserkses göz alabildiğine bütün bir
vadiyi dolduran ordusunu görünce, bundan yüz yıl sonra bu
askerlerden bir tekinin bile hayatta olmayacağı düşüncesiyle
ağlamış. Yeni kitaplardan müteşekkil muazzam bir kataloğa göz
gezdirirken, aradan çok fazla değil on yıl geçtikten sonra bunlardan
birinin bile sözünün edilmeyeceğini düşünüp de ağlamanın pek akla
ziyan bir tarafı olmasa gerektir.

Ana hatlarıyla doğru bulduğum bu düşünceyi, insanların hiçbir şey okumamalarındansa, filozofun beğenmediği cinsten kitapları okumalarının daha hayırlı olduğunu söyleyerek bölüyorum. Kitap şimdilerde daha da sığ bir tüketim nesnesi ama insanların ihtiyacı neyse onu okumalarında bir mahzur olmasa gerek. Eğer aradıkları üç gün sonra unutacakları eğlencelik romanlarsa, hiç okumuyor olmalarıyla mukayese edildiğinde bu bile iyidir. 1

1

2022 Notu: Artık bu konuda okusunlar da ne okurlarsa okusunlar diye düşünmüyorum. Pek çoğu için hiçbir şey okumamak, manasız okumalara dalmaktan daha iyidir.

*Repetitio est mater studiorum* [Tekrar öğrenimin anasıdır.]
Herhangi önemli bir kitap (ilk okumanın ardından) hiç vakit
kaybedilmeden bir kez daha okunmalıdır. Zira öncelikle kitabın
muhtevası bütünü itibariyle ikinci kez okunduğunda daha iyi
kavranılır ve başlangıç ancak son bilindiğinde gerçekten anlaşılır;
ve buna ilave olarak, kitap ikinci kez okunurken kişinin içinde
bulunduğu ruh hali ve zihin yapısı ilkinden farklıdır, dolayısıyla
çoğu kez başka izlenim elde edilir.

Buradaki tavsiyeyi genelleştirip şöyle demek mümkün: Kitap mümkün olduğunca hızlı artık bir faydası kalmayıncaya dek tekrar tekrar okunmalıdır. Hızlı okumanın faydası lüzumsuz kitaplara fazla zaman ayırmamaktır, zira kitabın daha fazla zamana ihtiyacı olduğunu düşünürseniz her zaman dönüp tekrar okuyabilirsiniz.

Doğrusunu söylemek gerekirse, yazar sayfayı doldurmak için yazmaya
yeltenir yeltenmez okuru aldatmaya başlamış demektir; çünkü o
söyleyecek bir şeyleri olduğu için yazdığını iddia eder. Para için
yazmak ve telif hakkının korunması aslında edebiyatın yıkımıdır.

Doğru bir tesbit. Telif hakkının harcıalem eserlerden para kazanmayı kolaylaştırdığı için sanatın genelinde faydalı mı, zararlı mı olduğu tartışmaya hayli açık.

Yazarlar genellikle profesörler veya edebiyatla uğraşan kimselerdir,
ücretleri düşük ve gelirleri yetersiz olduğundan bunlar çoklukla
paraya ihtiyaçları olduğu için yazarlar. İmdi böylelerinin hedefleri
ortak olduğu için çıkarları da ortaktır, birbirlerine sıkı sıkıya
bağlıdırlar ve birbirlerini desteklerler: Her birinin mutlaka bir
diğeri için edecek bir çift iyi sözü vardır.

Zamanımızda sosyal bilimlerin bazı kısımlarında bu dirsek teması özel bir dil geliştirip, haricilerin konuştukları konuyu anlamasını imkansız hale getirmeye dönüşmüştür. Edebiyat dünyası ve akademik dünya, gerçekte insanların kabile psikolojisi ile yaşadıkları ama bunu tumturaklı kelimelerle sundukları bir dünya. Akademide bile böyle olmasından, aslında insanın eğitim ve gelenek anlayışının iç içe geçtiğini söyleyebiliriz. Kabileciliği olduğu gibi kabul edip sorgulamalarımızı akademisyenlerin psikolojisini göz önüne alarak yapmak daha uygundur.

[H]er gerçek düşünür düşüncelerini mümkün olduğunca saf, açık,
belirgin ve veciz şekilde dile getirmeye çalışır. Bu yüzdendir ki
basitlik her zaman sadece hakikatin değil, fakat aynı zamanda
dehanın işareti olarak da kabul edilmiştir. Üslup, güzelliğini dile
getirilmiş olan düşünceden alır, halbuki sadece düşünür gibi yapan
(yani düşünürlük taslayan) yazarlar için düşüncelerin üsluptan
dolayı güzel olduğu söylenir. Üslup düşüncenin silüetinden başka bir
şey değildir; ve müphem yahut berbat bir üslupla yazmak bön ve
tutarsız bir kafa anlamına gelir.

Hemfikirim.

Keşke Alman yazarlar bir insanın eğer mümkünse büyük bir kafa gibi
düşünmesi, buna mukabil başka her insan ile aynı dili konuşması
gerektiğinin farkına varabilmiş olsaydılar! […] İnsanlar olağanüstü
şeyleri söylemek için herkesin kullandığı dili kullanmalılar, fakat
tam tersini yapıyorlar. Hiçbir kıymeti olmayan fikirleri muhteşem,
görkemli sözcüklere büründürmeye çalıştıklarına ve çok sıradan
düşüncelerine en acayip, en işitilmedik, en yapmacık, en nadir
ifadeleri giydirdiklerine tanık oluyoruz.

Bu mesele artarak devam ediyor. Söz düşünceye mazruf olması gerekirken, herhalde zarf boş olduğundan olanca süsüyle mühürlenmiş olarak önümüzde duruyor.

Bugün insanların çok azı bir mimarın inşa ettiği tarzda yazıyor.
Mimar işe başlamazdan evvel (inşa edeceği binayı) zihninde tasarlar,
(sonra kağıt üzerine) çizerek bir tasarı haline getirir ve bunu en
küçük ayrıntısına kadar hayata geçirmek için düşünür. Tam tersine
büyük çoğunluk sanki domino oynuyormuş gibi yazıyor. Ve tıpkı bu
oyunda olduğu gibi, taşlar nasıl ki birbirine kısmen düşünüp
tasarlayarak kısmen de tesadüfen eklenirse, onların cümlelerinin
takip edişi ve birbiriyle bağlantıları da böyledir. Eserlerinin bir
bütün olarak sonunda alacağı şekil ve önlerine yerleştirdikleri
hedef hakkında, yaklaşık olarak bile bilgileri yoktur.

Domino taşları teşbihini beğendiğim için alıntıladım. Ben de çok defa öyle yazsam da. Kusursuz tasarlamaya çalışırken basitleşen bir eserdense, yazarının bile sonundan bihaber olduğu bir eser daha iyi olabilir. Kişinin ne yazdığına, ne anlatmak istediğine bağlı bu.

Mimar gibi yazmak için elimizdeki problemin ne olduğunu, hangi zemin üzerinde kurulduğunu ve ne beklendiğini bilmek lazım. Cinayet romanı yazmıyorsak, bilmediğimiz konuları yazarak araştırıyorsak mimar gibi yazmak hemen hemen imkansız.

Schopenhauer’in bu eserinin mimar gibi yazılmadığı ise çok açık.

Bir kütüphane çok geniş olabilir; fakat eğer düzensiz ise küçük, ama
derli toplu bir kütüphane kadar kullanışlı ve yararlı değildir.
Benzer şekilde bir insan çok büyük bir bilgi yığınına sahip
olabilir, fakat kendi kendisine üzerinde düşünerek bu bilgiyi
gerektiği gibi işlememişse, üzerinde tekrar tekrar ve uzun uzadıya
düşünülmüş çok daha küçük bir bilgi miktarından daha kıymetsizdir.

Bilgide derinlik mi daha kıymetlidir, genişlik mi?

Eğer bir insanın düşünceleri, içinde hakikati ve hayatı
barındıracaksa, bunlar onun kendi temel düşünceleri olmalıdır. Çünkü
onun gerçekten tamamen anlayabildiği sadece bunlardır. Başkalarının
düşüncelerini okumak, kişinin davet edilmediği bir yemeğin
artıklarını alması, yahut bir yabancının yırtık dökük elbiselerini
üzerine geçirmesi gibidir.

Acaba Arthur’un düşüncelerinin artıkları mı bunlar?

Evet, insan davet edilmediği yemeğin artıklarıyla idare etmemelidir. Ancak bir de başkalarının ne çeşit yemek yaptığını görmek adına gidilebilecek yemekler vardır. Her ne kadar insanın düşünmediği konularla ilgili okumalarından faydalanması beklenmezse de iyi yazılmış kitapların insanın sorduğu soruları ve düşünceleri geliştirici etkisi olabilir.

[Gece Dikilen Ağaç] #Arthur Schopenhauer #kitap #okumak #Nicolas de Chamfort #yazı #Elif Şafak #akademi #sosyal bilim #kabilecilik